Mevlana Şeyh Nazım Adil El-Hakkani
Cumartesi, Şubat 5, 2011 Lefke, Kıbrıs
Euzubillahimineşşeytanirraciym, Bismillah ir-Rahman ir-Rahim. Hoşgeldiniz, Ey Allahın kulları! Hüviyetimiz nedir? Hüviyeti bilmiyor şimdi: eski olanı atıyor, uydurma birşey getiriyor. Temsilen, sarayın mobilyasını eskidir diye kapının dışarısına koyup kübik şeyler getirirse kıymeti var mı? İşte bu kadar akılsızdır bu insanlar şimdi. Saltanattan sonra gelenlerin işidir bu: eskiyi at, yeni getir. YaHu, eskinin kıymetiyle yeninin kıymeti bir olur mu? Olmaz. Lakin mantık diye bir şey kalmamış. Mantıksız işte, hürya! Kime söylersin? “Sen söyle, sen dinle” kabilinden (hepsi).
Allah razı olsun, benim yanıma bu genç evlatları getiriyorsun sen buraya. E ne yapalım? Bu çocukların bir tanesini Hakk’a yaklaştırmak, bütün dünyayı kazanmaktan ileridir, diyor Efendimiz `aleyhi ‘s-selatu ve’ s-selam, (Şeyh Efendi tazimen ayağa kalkar.) Sultan-ul Enbiya, Habîb-ur Rahmah! (Şeyh Efendi oturur).
İnsanın kıymeti bağlandığı kimseye göredir: Papaza bağlanan onun kıymetindedir, Yahudiye bağlanan onların inancına göre, onun kıymetindedir, dünyaya bağlanan dünyanın kıymetindedir, ahirete bağlanan ahiretin kıymetindedir. Bizim bağlandığımız ki ismi şerifini andığımızda ayağa kalkarız: Efendimiz diyoruz, (Şeyh Efendi ayağa kalkar.) Hz. Muhammed Mustafa! Ona bağlanan onun değerinden alır. (Şeyh Efendi oturur.) Buna dikkat edeceğiz. Kahveciye bağlanan, kahvecinin kıymetindendir; kuyumcuya giden, kuyumcunun kıymetindendir. Kuyumcuda iş görenle kahvecide iş görenin kıymeti bir mi? Dünya için yaşayanla ahiret için yaşayan bir olur mu? Dünya işte gidiyor; dünya gidiyor! Yani hani tayyare yerlerinde, şimdi böyle tayyareden çıkan adamları...niye “tayyare” diyorum? “Tayyare” canlı bir sözdür, uydurma değil. “Uçak” diyorlar (şimdi). Ne için “uçak” diyeceğiz? Tayyarenin suyu mu çıktı da uçak diyon? Ne için? Başka işiniz yok mu be sizin, uydurmacılıktan başka?! Doksan sene oldu saltanat gideli. Doksan senenin içerisinde sizin yaptığınız ne oldu? Uydurmacılık. Uydur uydurabildiğin kadar! “Okul” (derler). Bire, “mekteb”in suyu mu çıktıda “okul” dersin? Neden düşmanlık edersin sen milletin sözüne? Konuştuğu lisânı ne için bozarsın, değil mi? Doksan senede yaptığımız uydurmacılıktır. Uydurma yapıp da işte bugünkü hale geldik: temelinden çöktü. Uydurmayan, sağlam iş gören atalarımız, 700 sene bu imparatorluğu, Osmanlının sancağı, İslamın sancağını kaldırdırlar! Sen nereye kaldırdın? E bunu söylersen, beylerin... “ ‘Bey’ deme Şeyh Efendi, ‘bay’ de!” (derler). E şimdi onu beğenmediler de “bay”dan vazgeçip “bey” dediler. “Efendim, bayanlar baylar!” Bayılsınlar. (Güler.) Bire, beylen hanımın suyu mu çıktı? Ne için değiştirdin? Niye musallat oldun sen milletin diline? Niye musallat oldun sen onun inancına? Niye sen musallat oldun onun dini inançlarını ortadan kaldırıp uydurma inançlar çıkarmaya? Ne için sen Allahını bilen, tanıyan insanın karşısına heykel dikesin? E heykel ne? Konuşmaz etmez, dikilip durur orda. Mısır’da heykel dolu! Roma’da heykel dolu! Yunan’da heykel dolu! E konuşurlar mı? Ne konuşacaklar? İşte bu mantıksızlıktır. Elhamdulillah, yolumuzu gözeteceğiz çünkü... biz Kıbrıslıyız, Kıbrıs tabiriyle söyleyelim: “Haçana, bir heykelin önüne gideceğiz. Bizi görmez, bizi duymaz, bize söylemez!”
Ben Singapur’a gittim. Allah, Cenab-ı Hakk oraya kadar mağribi maşrıkı dolaştırdı bizi hâsılıkelam. Singapur’a gittiğimizde. Uyurmusun? Gözünü aç! İlk gittiğim zamanda orda bir dini toplantı vardı, bizde şudur budur diyerekten gittik. Tabii bizim oraya bilet alacak paramız mı var? Bir servet ister oradan Singapur’a gidip, Singapur’da kalıp tekrar dönmeye. Hâsılıkelam, ne ettik? Bir kaç gün kalıyoruz orda. Singapur dediği yeri söyleyelim de utansınlar. Singapur bu Kıbrıs’ın belki onda biridir, belki daha azdır. Lakin, dünya’nın en işlek bir şehridir. Acayip. Diyelim, Lefkoşa’nın içi kadar bir yer veya iki misli kadar bir yer. Binalar, pazarlar, çarşılar, işler güçler, herkes uğraşma (halinde). Ama ne çalışma! Ne gayret! Ne himmet! E diyoruz, biz niye yapmayız? Bizim tarafımız, Kıbrıs’daki Türk tarafını ne için, ki o Singapur dediği yer kadar yirmi tane yan yana koysan bizim Türk tarafımız kadar olacak.
Denize baksan orman zannedersin gemilerden, gelen giden eşyalar. Yolcu gemisi değil, hepsi kargo. Gittiğin vakitte tayyareler vıngır vıngır! Dakikada üç tane tayyara inermiş. Tayyara dediğin vakit, bizimkiler gibi çıkırık değil; yani en son sistem. Ve gümrükten geçerken seni durdurup kaç para getirdin diye sormaz. Ne getirirsin ne götürürsün diye onu da sormaz. “Bir şey var mı” der. “Yok” dersin: “Geç.” Ne arar ne tarar. Serbest deniz limanı, serbest tayyare meydanları. Gelen halk kolaylıkla gelir, kolaylıkla çıkar. Bizdeki gibi eziyet üstüne eziyet, eziyet üstüne eziyet (değil): “Bunu yaz,” “Bunu imzala,” “Buraya git,” “Bunu yatır,” “Bunu ver.” Medeniyet midir bu?
Ne dedik şimdi biz? Singapur’u söylüyorduk. Singapur’da, bu insanların içlerinde Müslümanlık var, Hıristiyanlar var, Budistler var, Buda’ya tapan. Hâşâ estağfirullah. Taparlar; onların işleri o. Bana, bize murafakat eden, yani bize kılavuzluk eden, kılavuz olan kimse dedi ki, “Şeyh Efendi, burada Budistler Budanın heykeline deli olurlar. Lakin bizdeki gibi bir alakalı değil: inanç ilen o kimseye bağlıdır bunlar, yani tapınırlar. Buda’ya tapınırlar, lakin resmî bir baskı üzerlerinde yoktur: isteyen gider isteyen gitmez. Zorla oraya götüren yok; isteyen gitsin. Burada dünyadaki en büyük Buda’nın putu olan mabetleri var. İsterseniz sizi oraya götürelim göresiniz,” dedi. Dedim: “Şimdi herhangi bir mâni yok, gidip bakarız.” Ve hâsılıkelam, bizim kılavuzumuz bizi aldı (oraya götürdü). Dedik: “Acayip bir yapı.” Yani Çin yapıları gibi acayip bir yapı var orada. İçeriye girdik ve bir bina var, (içerisinde) koca bir salon. Yani tasavvur, bir sinema salonu de. O kadar büyük bir salon! İçeriye girip baktım, belki 40 metre yukarıya bir alâmet Buda; bacaklarını böyle koymuş (lotus pozisyonunda oturuyor). Hiç zaten gözünü açtığı yok onun. Hiç açmaz! Hangi putuna baksan hepsinde böyle oturur, gözleri yumuludur; insana bakmaz o taptıkları.
Hemen koşup geldi oranın bakıcısı ve dedi, “Welcome, sir.”
“İyi geldik, teşekkür ederim,”dedim.
Dedi ki, “Mum yakmak veya tütsü vermek burada adettir. Adetimiz üzerine siz bunu yapacaksanız takdim edelim.”
Dedim ki, “Biz sizin bu taptığınıza inanmıyoruz ki kandil yakalım veyahut tütsü verelim. Biz yalnız bir ziyaret olarak bu dünya üzerinde en büyük tapınağınızın sebebi olan bu Buda dediğiniz kimseyi görmemiz bize teklif edildi, biz onun için geldik.” Bozuldu ama ben arkasını getirdim: “Bu kimseye siz ne gibi bakarsınız?”
“Bizim inancımıza göre bu kimse taptığımız tanrımızdır.”
“Hâşâ sümme kellâ!”dedim, ayağımı yere vurdum.“Taptığınız buysa, bu kimse sizin geldiğinizi veya bizim buraya geldiğimizi görüyor mu?”
“Görmüyor.”
“Konuşsak duyuyor mu?”
“Duymuyor.”
“Tükürsek, elini kaldırıyor mu?”
“Kaldırmıyor,”diyor.
“Bir tarafını kırsak, ‘Aman kırıldım!’” diyor mu?
“Demiyor.”
“Kaç senedir var?”
“Bunun seneleri 2,000 seneyi geçiyor,” dedi.
“2,000 senedir halen bu sizin taptığınız gözünü açmaz mı? Hep böyle duruyor orda. Yorulmaz mı bu şeyin içerisinde?”
Dedi ki, “Bu bizim inancımızdir.”
“E hiç yatmaz mı bu? Böyle oturuyor orda; yorulmaz mı?”
Bana dedi ki, “Sen Müslümanların şeyhisin. Bizim bu taptığımızın uyuduğunu da göstereceğim sana,”dedi ve beni böyle aldı geriye. Baktım, geride uzun boylu yatıyor. “Burada yatar, orada oturur,” dedi.
“Kaç tane Buda var?” dedim
“Hesaba gelmez Buda var burda,” dedi.
“E hepsine böyle...”
“Hepsine böyle tâzim ederiz biz,” diyor. “Bizim dinimiz budur. İşte bu inancımız bize yüce yol gösterir ve ruhaniyetimiz kuvvetlenir.”
“Ne ruhaniyetiniz var sizin?” dedim. “Ruhaniyetiniz varsa göster,” dedim, “bunlardan aldığınız ne varsa?”
“Ruhaniyetimiz bize yol gösterir.”
“Bak,” dedim, “ben elimi göstereceğim. Bak, dikkat et!” Benim üzerime de kuvvet giydirildi o vakit. Dedim ki, “Bir böyle bir böyle gel!” Gümbür gümbür...bir böyle gitti bir böyle geldi! (Allahu Ekber!)
“Başını eğ!” (dedim) başını eğdi. Patadak! O hizmetçi kadın patadak (birdenbire) yere düştü. “Hadi” dedim, “Buda’yı yıktı diyerekten başımıza bir iş açmadan buradan gidelim,” dedim.
Yeni puta tapanların bir işaret versiyonu o ordaki kimse, ki o işi yaptı...sabaha kadar bir tane yukarıda duracak yok! E sırası gelecek. Sırası gelecek. Allah bizi affetsin. Bu insanların hürmeti bu kendi dinlerine.
Dünyada birinci derecede heykel bulunan memleket, Singapur, ikinciside Turkiye Cumhuriyeti. Doldurduk bizde! Doldu ortalık! “Bir şey çoğaldı mı kıymeti düşer, ucuzlar,” diyor. Ucuzladı çok! Çok ucuzladı da...bizde eskiden baş piskoposlar öldüğü vakitte onu tahtına, koltuğuna oturturlar, giydirirler, başına tacını giydirip yürütürler. Sonra bir yerde durur, bir kişi baş piskoposun elini geriden tutar ve kaldırıp gelen gidene öptürür. Bir kişide başını tutar ki düşmesin başı. Böyle alaylan götürürlerdi mezarlığa. Yatırtmazlardı mezarlıkta da. Mezarlıkta da böyle olduğu gibi bu sandalyelerin üzerinde indirirler ve öylece üstüne toprak atarlardı.
Şimdi bizimkilerde yeni moda, efendim. Anadolu içerisinde Budist memleketlerinden sonra en çok heykeli olan memleket TC (Türkiye Cumhuriyeti) oldu. Saysınlar isterlerse. Saysınlar ama sayılmaz ki! Heykel, temsil yoluylan diyelim ki, plastik meyvelerin dışı boyandı ve misafire, “Buyrun” dendi. (Misafir) alır, muza bakar: plastik. Geri koyar. Üzümü alır bakar, o da plastik. Elma alır, o da plastik. Portakal alır, o da aynı. “E bunun yiyecek yeri yok! Ne koydun bunu önümüze?”
“E size ikram ediyoruz...”
“Bire plastikle karnım doyar mı be?! Bir şey getir çabuk! Kuru üzüm getireydin hiç olmazsa. Veya leblebi koyaydın ki ağzımızda bir şey olsun!”
E sen boyuna bizim önümüze 90 senedir plastik şey koyarsın. Ya tunçdan ya mermerden ya demirden bir şey koyarsın ve dersin ki, “Buna inanınız, bunun sözünü tutunuz, bundan şaşmayınız.” E şimdiye kadar şaşmamıştık ama şimdi şaştık! Evvelden belki şaşmadılardı. Lakin şimdiki gençlik diyor ki, “Bu bize ne veriyor, ne verebiliyor? Birşey verirse yolunda yürüyelim. Birşey veremiyorsa biz açlıktan ölüyoruz. Yani açlığımız manevi bir açlıktır, maddi değil. Maddi yenecek çok, lakin, maneviyatımızı doyuramıyor bu. Madem doyuramıyor, her defa bizim önümüze bunu sürme!” Şimdi millet açıktı; gençlik açıktı. Diyor ki, “Ne veriyor bize?” Yol gösteriyorsa onun yolunu niye tutmuyorsunuz da kavga ediyorsunuz? Niye birbirinize giriyorsunuz? Bir yol göstermedi mi bu heykelini diktiğiniz kimse? Gösterdiyse niye gitmezsiniz (o yoldan)?
Şimdi 70 fırka oldunuz bunun içerisinde: birbirinizi kötülüyorsunuz, birbirinizle kavga çekiş, harb-u darb. Bu nedir? Onun yolunu ne için tutmuyorsunuz? Böyle dediğimde, “Sen bilmezsin,” derler. Yok! Senin babanın bilmediğini de ben bilirim, dedenin bilmediğini, ben onu da bilirim! (Âmennâ ve saddaknâ! Muhakkak!) Senin bildiğin birşey yok! Bu bizim söylediğimiz sözleri söyleyecek bir adam varsa Türkiye’de çıksın söylesin! Allah bizi affeylesin! Allah bizi affeylesin!
Peki, yetişir şimdi size. Şimdi (söylenecek) çok; sabaha kadar söylesek bitmez ama bu yarım saat kadar oldu. İşte bu Hüseyin’in ve Mehmet’in bereketine. Allah razı olsun, Allah beni affeylesin. E ne yapalım? Hakkı gizleyelim? “Hakkı söylemeyen, şeytandır,” diyor. Niye söylemeyesin? Niye aldatırsın? “Bizi aldatan bizden değildir” dedi, Peygamberler Sultanı Efendimiz (s.a.v.) (Şeyh Nazım Efendi tazimen ayağa kalkıp oturur.) Ne aldatıyorsun milleti, insanları? İşte çatır çutur gidiyor aldattıkları için. Bütün İslam alemi devrilip yıkılıyor. Allahı unutan, Peygamberini tanımayanların başına gelecek çok şeyler var!
Ya Rabbi! Tövbe Ya Rabbi, tövbe estağfirullah. Ya Rabbi! Bize hidayet yollarını gösterecek kullarını gönder, Ya Rabbi. Bizi aksi yollara sürenler nabedil olsun, aniden kaybolsun! Ya Rabbi! Sen bilirsin! Sen bilirsin! Senin aciz kullarınız, Ya Rabbi, Ya Allah! Ol Habib-i Ekrem hürmeti için salâtu selâm min el-ezeli min el-ebed, kendisine olan, Habîbullah, (Şeyh Nazım Efendi ayağa kalkar.) Resûlullah, Seyyid el-Evveliyn ve ‘l-Ahiriyn’e salâtu selâm eder, Fatiha’yı çekeriz. (Şeyh Nazım Efendi oturur.)