Go to media page Available in: English   Turkish  

Ey Allahım! Beni Nefsime Bırakma

Mevlana Şeyh Hişam Kabbani

8 Mart 2013 Montgomery Village, Maryland

Islamic Cultural Center (ICC)’de Cuma Hutbesi

Ey Müminler, iman edenler! Bugün, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) Resûllullah (sav)’i şereflendirdiği, Cuma günüdür. Cuma’yı Müslümanlar için mübarek, müminler için tatil, tüm kâinat için bayram kılarak, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav)’i şereflendirmiştir. Cuma o kadar önemli olmasaydı eğer, Müslümanların birlik beraberlik içinde bir araya gelip, birbirlerini dinleyip, namazlarını eda ettikleri Cuma gününü tatil olarak vahiy eder miydi Efendimiz’e? Efendimiz (sav), Cenâb-ı Hakk’ın Müslümanların bir arada olmasını dilediğini şöyle buyurmuştur:

يد الله مع الجماعة

Yedullâhi me`al-cemâ`at.

Allah'ın Eli cemâatle beraberdir. (Kenzül Ummal)

Peygamberimiz (sav), insanoğlunun Allah’ın Eli, yani lütfu altında olduğundan bahsetmişti. Her nerede bir topluluk varsa, eğer Allah (cc) ve Peygamberi (sav) adına toplanılmışsa o, güzel bir topluluktur ve her Cuma burada olduğumuz için, bu hayırlı bir topluluktur. Allah’ın (cc) rahmeti, her mescidin ve Allah’a ibadet etmek için bir araya gelen her topluluğun üzerine olsun!

Resûl-i Kirâm Efendimiz (sav)’in Sahabeleri, aynı zamanda Müslümanların din ve dünya işlerini idare eden, daima doğruluk üzere olan halifeleri, Hulefâ-i Râşidîn’dir. Dört Büyük Halife’nin yanı sıra, Efendimiz’in her bir Sahabesi de onun halifesidir! Buna delil ise Efendimiz (sav)’in şu hadis-i şerifidir:

أصحابي كالنجوم بأيهم اقتديتم اهتديتم

Ashâbiken-nucûm bi eyyihim iktedeytum ihtedeytum.

Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsınız doğru yolu bulursunuz.

(`Abd ibni Humeyid, ed-Derakutni, ibni `Adiy, ibni Abdulberr,

isnâd zinciri zayıf fakat içeriği sağlamdır.)

“Sahabelerim, ashâbım, hidayete erdiren yıldızlar gibidir; o yıldızlar ki karanlık gecede sana yol gösterirler.” Onlar yıldızlardır, fakat ne gibi bir yıldız? Peygamber Efendimiz (sav) “yıldızlar” dediğinde, bunun üzerinde biraz düşünmeliyiz: Acaba neden Ashâb-i Kirâm’ı yıldızlar olarak nitelendirdi? Çok basit: Gökteki bir yıldızın özelliklerini biraz da olsa incelersek eğer, Efendimiz (sav)’in niye Ashâb-i Kirâm’ı (ra) böyle tasvir ettiğini daha net anlayabiliriz. Bu herkese nasip olmayan, sadece Sahabelere özgü bir durumdur ve bu öyle muazzam bir şeydir ki, bizim ne öncesini ne de sonrasını bilmemiz mümkün değildir.

Peygamber Efendimiz (sav), “Sahabelerim, Ashâbım yıldızlar gibidir!” buyuruyor. Biliyoruz ki gerçek hayatta ve astronomide tek bir yıldız, içinde yasadığımız güneş sisteminin tamamından daha büyük olabilir ve Güneş, Mars, Jüpiter, Venüs bunların hepsi bu sistemin içine dahildir. Astronomi ve fizik bilimi, bir yıldızın muazzam büyüklükte olduğunu söyler ve öyle muazzam yıldızlar vardır ki büyüklüğünü tasavvur bile edemezsiniz. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz (sav), bizlere şunu demek istiyor: “Sahabelerim yıldızlar gibidir. Onlardan kime uyarsanız uyun ‘iktedeytum ihtedeytum’, hangisinin yolundan gitmeyi tercih ederseniz edin, hidayete ulaşırsınız; çünkü onlar yıldızlardır.” Öyleyse, Ashâb-i Kirâm (ra) yıldızlar olduklarına göre, Efendimiz (sav)’in onlara ne derece ilim verdiğini hiçbir sûrette bilemeyiz; çünkü Cenâb-ı Hakk (cc) Efendimiz (sav)’e, esasen Kur’ân-ı Kerîm ilmi olan “Ulûm-u Evvelîn ve Âhirîn”, yani evvelin ve ahirin ilmini bahşetmiştir.

Peygamberimiz (sav), “Bana evvelin ve ahirin ilmi verilmiştir.” buyurur ve ilim, Kur’ân-ı Kerîm aracılığıyla gelmiştir. Bildigimiz üzere, Kur’ân-ı Kerîm yaratılmış bir kitap değil, bilakis Allah’ın Kendi Kelâmıdır. Allah’a ve O’nun kelâmına ait olan bir şey mahluk degil, ancak O’nun yüceliğini tasvir eden güzel sıfatlar olabilir. Kur’ân-ı Kerîm, kimsenin abdestsiz dokunamayacağı, Allah’ın İlahi bir sıfatıdır. Bu yüzden, bir kimse ona dokunamayacak durumda, temiz değilse, ona dokunamaz; çünkü o, Allah’ın İlahi bir sıfatıdır! Şöyle ifade edebiliriz: Kur’ân-ı Kerîm, el-`Âlim, el-Hâlik, er-Rahmân, el-Kuddûs veya Allah’ın diğer güzel isim ve sıfatları gibi, Allah’ın Kelâmı’dır! Kur’ân-ı Kerîm, yalnızca tek bir sıfat değildir. Ona sıfatlardan oluşan bir “yıldız” da diyemem, fakat şunu diyebilirim ki: Kur’ân-ı Kerîm’in ne öncesi ne de sonrası vardır.

Ashâb-ı Kirâm’ın Efendimiz (sav)’den öğrenmiş oldukları “Ulûm-u Evvelîn ve Âhirîn” nedir? Allah (cc), Kur’ân-ı Kerîm’i yaratmamıştır, bunu söyleyemeyiz ve İslam’da, kim Kur’ân-ı Kerîm’in mahluk olduğunu iddia ederse, Ehl-i Sünnet vel Cemaat ve dogru İslam dairesinin dışında kalır. Kur’ân-ı Kerîm, başlangıcı olmayan İlahi sıfatlar gibidir; çünkü Cenâb-ı Allah’ın başlangıcı ve sonu yoktur ve O’nun güzel isim ve sıfatlarının tasviri yalnızca Allah’a aittir ve Allah’ı tasvir eder. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk’ı farklı şekillerde tanımlar ve bunun içindir ki ilk sûresi elhamdulillâhi rabbil âlemîn, “Hamd, âlemlerin (insanların, cinlerin ve meleklerin) yaratıcısı olan Allah’a mahsustur.” diye başlamaktadır. Bunun önemini ve büyüklüğünü göstermek için Allah (cc), Kendi Zât’ını Kendisiyle övüyor. O, bizim övgülerimize muhtaç değildir! Şöyle buyurur: Elhamdulillâhi rabbil âlemîn, “Ben Kendi Zât’ımı, Kendime, Kendimle övüyorum!”

“Ulûm-u Evvelîn”, Efendimiz (sav)’e, “başlangıç” henüz yokken (kâinat henuz yaratılmamışken) bahşedilmiştir. Demek oluyor ki Kurân-ı Kerîm, insanoğlu henüz yaratılmadan önce bile vardı; çünkü o, Allah’ın Kelâmı’dır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), sağlam kanallı bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

كنت نبي و ادم بين الماء و الطين

Kuntu nebiyyen ve âdemu beynel-mâ'i vet-tîn.

Adem su ile toprak (çamur) arasındayken ben peygamberdim.

كنت نبيا وآدم بين الروح والجسد

Kuntu nebiyyen ve âdemu beyner-rûhi vel-cesed.

Adem ruh ile ceset arasındayken ben peygamberdim.

Dedi ki: “Ben, Adem su ile toprak arasındayken peygamberdim.” Demek ki Peygamber Efendimiz (sav), o zamandan beri bir peygamberdi, fakat kime peygamberdi? Allah’ın, peygamberlik yapmasını dilediği şey için peygamberdi; biz bunu bilemeyiz. Fakat o (sav), Adem (as)’dan önce bir peygamberdi. Bunun için Efendimiz (sav), şöyle buyurmuştur:

آدم فمن دونه تحت لوائي يوم القيامةِ ولا فخرَ

Âdeme femen dûnehu tahte li-vâî yevmel-kiyâmeti ve lâ fahr.

Âdem ve onun gayrisi kıyamet gününde benim sancağım altında olacaklardır. Ve (bu kelimeler) iftihar cihetinden değildir. (Ahmed, Müsned)

“Adem ve onun emrindekiler, kıyamet gününde benim sancağım altındadır.” Ve Allah (cc): “Eğer Muhammed senin zamanında gelirse, sen ve diğer bütün peygamberler ona uymak zorundasınız!” diye emirde bulundu Adem (as)’a. Dolayısıyla, Allah’ın Peygamberine talim buyurduğu başlangıcı olmayan bu ilimler hakkında, Efendimiz (sa) şöyle buyurmuştur: “Allah, bana Ulûm-u Evvelîn’den ilim bahşetmiştir.” Peki, Ulûm-u Evvelîn nedir? Allah’ın, Rahmân Sûresinde belirttiği üzere, Ulûm-u Evvelîn Kur’ân-ı Kerîm’in içindedir:

الرَّحْمَنُ عَلَّمَ الْقُرْآنَ خَلَقَ الْإِنسَانَ

Er-Rahmân. `Allemel-kur'ân. Halakal-insân.

Rahmân (çok merhametli olan Allah). Kurân'ı öğretti. İnsanı yarattı. (Rahmân Sûresi, 55/1-3)

Cenâb-ı Hakk (cc), en güzel isimlerinden biri olan er-Rahmân ismiyle `allemel-kur'ân, “Kur’ân’ı öğretti”. Öncesinde hiçbir yaratılış yoktu. Çünkü ayetin hemen ardından, halakal-insân, “İnsanı yarattı.” buyuruyor. Rahmân olan Allah, `allemel-kur'ân, “Kur’ân-ı Kerîm’i öğretti” ve daha sonra, halakal-insân, “insanoğlunu yarattı”. O halde, orada kim vardı? Allah’ın en güzel isimlerinden, el-`Âlim sıfatı (her şeyi hakkıyla bilen) ile el-Hâlik sıfatı (yaratıcı) arasında tâlîm, orada bulunan birisine öğrettiği ilim vardı. O kişi kimdir peki? Er-Rahmân. `Allem el-kur'ân. Halak al-insân. `Âlim sıfatı ile Hâlik sıfatı arasında talim, ilim var. Cenâb-ı Hakk (cc) birisine bu ilmi öğretti, fakat kime? Ve Efendimiz (sav), “Ben, Adem su ile toprak (çamur) arasındayken peygamberdim.” ve “Ben, Adem rûhi vel-cesed, ruh ile ceset arasındayken peygamberdim.” diye buyurmuştur. O halde o ilmi öğrenen kimdir? Resûl-i Kirâm Efendimiz (sav)’dir! Resûl-i Kirâm Efendimiz (sav)’dir! Cenâb-ı Hakk (cc), Efendimiz’e ilmi, onu Cennette peygamber olarak yarattığı zaman, o âlemdeyken öğretmişti ve Ehl-i Sünnet vel Cemaat de aynı fikirdedir. Bu yüzden, hiç kimse Peygamber Efendimiz (sav)’in güç ve kudretini ve Allah’ın ona öğrettiklerini inkar edemez. Ve Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz’e öğrettiklerini, Efendimiz (sav) de Sahabelerine (ra) öğretmiştir. Bu nedenledir ki Efendimiz (sav), ashâbiken-nucûm, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir.” buyurmuştur. Ashâbî muderrisîn,“Sahabelerim muallimlerdir.” veya “Sahabelerim savaşçılardır.” diye söylememiştir. Hayır! “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir.” buyurmuştur.

Yıldızlara bakmayı sever miyiz? Herkes yıldızlara bakmaktan haz alır. Peki, orada bulunabilir misiniz? Hayır. Oysa Ashâb-i Kirâm (ra) oradaydı. Fiziksel olarak yıldızın üstünde oturduklarını veya ayakta durduklarını kastetmiyoruz; bu sadece onların ilim ve irfanda ne kadar üstün olduklarını ve sahip oldukları bu ilmin kendilerinden başkasına verilemeyeceğini gösteren mecazi bir anlatım, yorumdur. Peygamberimiz (sav), Ashâb-ı Kirâm’a verdiğini, bize vermemiştir. Öncelikle, Ashâb-i Kirâm (ra) niye şerefli kılındı? Çünkü onlar Efendimiz (sav)’in sesini duymuşlardı. Biz Efendimiz’in sesini duyduk mu? Hayır. Biz sadece, Efendimiz (sav) hakkında bize kadar ulaşan hadisler aracılığıyla, “o bunu rivayet etti, diğeri şunu rivayet...” diyen zâtlardan bilgi edindik, bizzat kendimiz değil. Bizler, Efendimiz (sav)’in sesini duymuş, Efendimiz ile oturup kalkmış, Efendimiz ile birlikte yemek yemiş ve Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu bizzat duymuş Ashâb-i Kirâm gibi değiliz! Hayır.

Peygamber Efendimiz (sav)’in nasıl bir sesi vardır? Efendimiz, nasıl bir güzelliğe sahiptir? Efendimiz’in sahip olduğu güç ve kuvvet nasıldır? Ashâb-i Kirâm (ra) yıldızlar gibiyse ki Efendimiz (sav) onları öyle tanımlamıştır, o halde kendisi (sav) nedir? Yıldız mı, yoksa bir kâinat mı? O, bir ilim kâinatı ise, onu bir “kâinat” olarak tarif etmek ne kadar noksansız ve doğru bir tarif olur?

Şu gördüğümüz kâinat, altı bin galaksiden oluşmaktadır ve kendi dünyamızda, tek bir galaksinin içinde seksen milyar yıldız vardır. Efendimiz (sav), bir kâinat mı? Ashâb-i Kirâm (ra) yıldızlarsa eğer, o halde Peygamberimiz (sav) onları kuşatan bir kâinat olmuş olmuyor mu? Fakat O, bir kâinat olmakla kalmayıp, aynı zamanda Kabe Kavseyni ev Edna’ya kadar yükselmiş bir peygamberdir. O (sav) bir kâinat ise eğer, yeryüzünde ve Cennette yükseliş yapamazdı, ama işte O bunu yapmıştır! Cenâb-ı Hakk (cc), Efendimiz’i Katına çağırmış, O’nu davet etmişti ve o da, yükselerek bu davete icabet edebilmişti. O halde, Efendimiz (sav) senin ve benim gibi mi ya da Sahabeleri (ra) gibi miydi? Hâşâ! Allah (cc) ona, kimsenin idrak edemeyeceği ilim, Ulûm-u Evvelîn ve Âhirîn bahşetmiştir. O (sav), söylendiği gibi, güneşin ışığını yansıtan bir ay mıdır? Veya güneşin ışık yansıttığı gibi, o da (sav) o aydınlığı yansıtan güneş midir? O bir kâinat mıdır, yoksa Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği bizim bilmediğimiz başka şeylerde mi vardır? “Onu Kabe Kavseyni ev Edna’ ya yükseltiyorum!” buyurarak, Allah (cc) insanoğluna Kendi azametini Peygamber Efendimiz’de gösteriyor. Herhangi biri onu o makama yükseltebilir mi? Hayır! Nerededir Kabe Kavseyni ev Edna? Allah’ın İlahi Huzuruna ne kadar uzaktır ya da ne kadar yakın? Kimse ulaşamaz oraya, peygamber bile! Ama yine de böyle bir yer mevcuttur. Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu üzere: Kabe Kavseyni ev Edna, “Allah’a iki yay yakınlığındaki makam...”

“Bir okun iki yay uzunluğu”nun manası, az yada çok iki el ya da iki kol yakınlığıdır. Böyle buyurdu, ama hiç kimse hakiki İlahi Huzurda bulunamaz, böylelikle bir kulu olan Efendimiz (sav)’i, el-Hâlik olan Cenâb-ı Hakk’ın İlahi Zât’ından ayırıyor. Evet, Efendimiz (sav) Allah’ın (cc) bir kuludur ve bahşedildiği her şeye rağmen kul olmaktan çok mutludur.

Tarihe bir bakın: Firavun, Mısır halkına zulmettiğinde ne demiştir? Ene rabbukum el-`alâ, “Ben en ulu tanrıyım, benden yücesi yoktur. Ben tanrıyım!” Kibrinden dolayı, kendisinin bir şey olduğunu zannetti. Ashâb-i Kirâm’a Efendimiz (sav), “Sizler karanlık geceyi aydınlatan yıldızlarsınız!” dediği zaman, onlar nasıl tepki verdi peki? Alçakgönüllülüklerini korudular. Kabe Kavseyni ev Edna’ya çıkmış Efendimiz (sav)’e ne demeli peki? O, insanların en alçakgönüllü olanıydı ve şöyle buyurdu:

اللَّهُمَّ لَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ وَلَا أَقَلَّ مِنْ ذَلِكَ

Allahumme lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete `aynin ve lâ akalle min zâlik.

Allahım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar, hatta bundan daha az zaman bile nefsimle başbaşa bırakma. (İbn-i Hanbel)

“Ey Allahım! Beni bir anlığına bile nefsimle başbaşa bırakma.” Bu çok büyüktür. “Ey Allahım! Beni kendime, nefsime bırakma.” Peygamberimiz (sav)’in nefsi mi var? Hâşâ! “Bir anlığına ya da daha az bir süreliğine...” ifadesi şu anlama gelir: “Bir anlığına bile beni kendime bırakma ki Senin azametin içinde zerreden sıyrılıp kaybolmayayım.” Arapça’da “zerre,” mikron demektir--bugün buldukları, atomun en küçük derecesi. “O kadar ki, eğer kendime bir an bırakılırsam, kendimi kaybedeceğim. Ey Allahım! O zaman kaybolmus olacağım.”

Bize ne demeli peki? Kibrimiz büyüktür. Amellerimizde çok kibirliyiz, birbirimizle barışmaya, birlik olmaya çalışmayız. Eğer birisi şurada bir cami kuracak olsa derler ki: “Niye kurdu bu camiyi?” Camilerin sayısını arttırın! Her sokakta cami olursa daha da iyidir. Bu sebeple sorun çıkarmayın. Bazısı diyebilir: “Neden bir cami daha inşa ettiler? Bu mahallede yeteri kadar var zaten.” Hayır, yeterli değildir. Ashâb-i Kirâm, her yere cami inşa ederdi: Evlerini camiye dönüştürürler, yuvalarını aşevlerine çevirir, sokaktan geçen her başını sokacak yeri olmayana üç gün boyunca barınak ve yemek sunup, “Sana nasıl yardımcı olabiliriz?” diye sorarlardı. Hiçkimseye, evsiz barksız sokakta yaşayan insanlara, gayri-müslimlere bile kötü gözle bakmayıp, onları tam bir imanla görerek, “Bu kişi de bizim gibi bir insanoglu, aramızda bir fark yok.” diye hüsn-i zan ederlerdi.

Bir dinler arası dialog programında, birisi bana bir sual etti ve cevabım çok çabuk gelmedi. Şöyle sordular: “İnsanların birbirlerini tanımak için bir araya geldiği dinler arası dialoğun olmasında ne sorun var, niye gerginlik ve uzlaşmazlıklar yaşanıyor bazen?” Evet yaşanıyor, ama kim çıkartıyor uzlaşmazlığı? Bunu çıkartan işte bu “akıl”dır. Eğer hepiniz şu aklınızı söküp atsanız, hepiniz aynısınızdır. Arada bir fark var mıdır? Yoktur, akıldır bizi farklı kılan. Şu demek oluyor ki her problem burada zihnimizdedir; nefis zihindedir, ama kalp temizdir. Çünkü Allah (cc) buyurdu ki:

ما وسعني أرضي ولا سمائي ولكن وسعني قلب عبدي المؤمن

Mâ vesi`anî ardî ve lâ semâ'î ve lâkin vesi`anî kalbi `abdî el-mu'min.

Ben göklere ve yere sığmam, fakat mümin kulumun kalbine sığarım.

(El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14)

Kalp Cenâb-ı Hakk’ın Nûr’unu ihtiva edebilir, ama akıl edemez. “Ben şunu yapmak isterim, ben bunu yapmak isterim!” diye çok fazla talepleri vardır. Kurân-ı Kerîm ya da hadis-i seriflerde, Efendimiz (sav)’in “Hayır!” dediğini asla göremezsiniz. Hiç kimseye asla “Hayır!” dememiş, aksine her zaman her türlü ihtiyaca teslim etmiştir kendisini. İnsanları üzecek hiçbir şey çıkmamıştır ağzından.

Ey Müslümanlar! Ey Müminler! Şimdi başa, Efendimiz (sav)’in, “Ashâbıma uyun ve hidayete erin; onlar karanlık gecelerde yıldızlardır.” buyurduğu hadis-i şerife dönüyoruz. Nedir karanlık bir gece? Yıldızları gündüz vakti göremezsiniz; ama gecede, karanlıkta, karanlık gecelerde görebilirsiniz. Çünkü gündüz vakti, aydınlık zuhur eder. Demek ki, müminin kalbine aydınlık zuhur ettiği zaman, “karanlık gece”nin temsil edildiği müminin kalbindeki karanlık, yok olur gider ve orada sadece Güneş kalır. İşte o Güneş, Allah’ın en-Nûr ismi ile üzerinize tecelli eden Allah’ın Nûr’udur.

اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ

Allâhu nûrus-semâvâti vel-ard.

Allah, göklerin ve yerin Nûr'udur. (Nûr Sûresi, 24/35)

“Allah (cc), Nûr’dur.” Bu şu anlama geliyor: Tüm âlemler, semâlar ve cennet, Allah’ın en güzel isimlerinden olan, en-Nûr libasından giydirilmiştir. Allâhu nûrus-semâvâti vel-ard, “Allah, göklerin ve yerin Nûr'udur.” Peki, Cenâb-ı Hakk (cc), göklerin ve yerin Nûr’u olduğuna göre, nasıl nasipleniriz biz bundan? Doğru yoldaysak, Nûr’un hükmü altındayızdır; yanlış yoldaysak eğer, şeytanın karanlığı içinde. Dolayısıyla siz, karanlıkta mı olmayı tercih edersiniz, Nûr’un içinde mi?

Allâhu nûrus-semâvâti vel-ard, “Allah, göklerin ve yerin Nûr'udur.” Bunun manası: Allah’ın nûru üzerinizde parladığı zaman, bir yıldız olursunuz. Allah (cc) o nûru, Ashâb-ı Kirâm’a yansıtmıştır ve bundan dolayıdır ki Efendimiz (sav) onları yıldızlar olarak tanımlamıştır. Onlar ki, bakıp da “Subhânallah!” dedirten, her çeşit, parıldayan yıldızlardır. Öyle olmayı ister misiniz? Evet!

Cenâb-ı Hakk (cc), Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

سَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا

Sahhara lekum mâ fis-semâvâti ve mâ fil-ardi cemî`an.

Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi Kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir.

(Câsiye Sûresi, 45/13)

Allah’ın size bahşettigi göklerin ve yerin Nûr’u olmayı dilerseniz eğer, Allah (cc), göklerde ve yerde ne varsa, hepsini buyruğunuz altına vermiştir. Allâhu nûrus-semâvâti vel-ard. Bir diğer âyet-i kerîmede de buyurduğu üzere, Allah (cc) gökleri ve yeri semâvâti vel-ard, buyruğunuz altına vermiştir, ama bunun için çaba sarfetmeniz lazım.

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ إِنِ اسْتَطَعْتُمْ أَن تَنفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ فَانفُذُوا لَا تَنفُذُونَ إِلَّا بِسُلْطَانٍ

Yâ ma`aşeral-cinni vel-insi in isteta`tum en tenfuzû min aktâris-semâvâti vel-ardi fenfuzû lâ tenfuzûne illâ bi-sultân.

Ey cin ve insan toplulukları! Eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşıp geçin; ancak 'üstün bir güç (sultan)' olmaksızın aşıp geçemezsiniz. (Rahmân Sûresi, 55/33)

Yâ ma`şeral-cinni vel-ins, “Ey insan ve cin topluluğu! Bu âlemden ve göklerden gecip İlahi Huzuruma gelmek ister misiniz? Öyleyse yapın; size bunu bahşettim. Fe’nfuzû! Yapın ve Huzuruma gelin, ama bunu ancak Peygamberin (sav) tebliğ ettiğine uyarak, o Nûr’un kalbinizde ışıldamasını sağlayarak başarabilirsiniz. Fe’nfuzû!, Gökleri ve yeri aşıp geçmeye calışın.” Ve hemen ardından Allah (cc) şöyle buyuruyor: Lâ tenfuzûne, “Hayır, bunu (kendi kendinize) yapamayacaksınız. Yapmanız mümkün, gelmenize müsade ediyorum, hiç bir sorun yok; ama lâ tenfuzûne illâ bi-sultân, sultansız geçemezsiniz!” Burada geçen “sultan” kelimesinin pek çok manası vardır, ama biz bunlardan sadece bir tanesini ele alacağız. Lâ tenfuzûne illâ bi-sultân. Burada “sultan”, Sultân eş-Şeriat yani Allah’ın sevdiği ve hoşnut olduğu şeyleri uygulamak manasındadır ve Allah (cc), sevdiği ve hoşnut olduğu şeyleri şöyle tanımlamıştır:

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâhu ve yağfir lekum zunûbekum, vallâhu ğafûrun rahîm.

De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âli İmrân Sûresi, 3/31)

“Eğer Beni gerçekten seviyorsanız ve Benim de sizi sevmemi istiyorsanız, fettebiûnî! Kul, yâ Muhammed! Ey Muhammed! De ki: Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâh, eğer gerçekten Allah’ı seviyorsanız Muhammed’e uyun ki, Allah da sizi sevsin!” O halde, bize düşen görev nedir? Uymak, ama kime uymak? Seyyidina Muhammed (sav)’e! Ve Efendimiz (sav) bunu bizim için kolaylaştırıyor: “Hidayete mi erişmek istiyorsunuz? Yıldızlara bakın ve Ashâbımdan herhangi birine tutunun ve onun yolunu takip edin; çünkü o yol seni benim yoluma ulaştırır.”

Bakın, Efendimiz (sav) ne kadar merhametli bir peygamber:

عن عبد الله بن بسر رضي الله عنه أن رجلا قال: يا رسول الله إن شرائع الإسلام قد كثرت علي فأخبرني بشيء أتشبث به؟ قال لا يزال لسانك رطبا من ذكر الله" الترمذي.

`An `Abdullah bin Busr en racule kaal: Yâ Rasûlullah inne şerâi`a 'l-islâm kad kesurat `aleyye fe-ehbirnî bi-şey’in eteşebbes bihi. Kâl: la yezâl lisânek ratben min zikrillah.

Abdullah b. Büsr'nün rivayetine göre: Adamın biri Resûlullah (sav)’e gelerek, “Ey Allah'ın Resûlu! Islam'ın hükümleri bana zor gelmeye başladı. Bana, sıkıca tutunacagım bir şeyden haber verin.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sav), “Dilin daima Allah’ın zikriyle ıslak olsun,” buyurdu. (Tirmizî)

Bir kimse Efendimiz (sav)’in huzuruna gelerek, “Ey Allah’ın Resûlu! Islam'ın hükümleri çok fazla olduğundan, bana zor gelmeye başladı. Bunların hepsini yapamam.” (Yapılması gereken) çok şey var, ancak bunların hepsini yapamazsınız. Ve bir başka hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) şöyle buyurur:

قَالَ رَسُولُ للّهِ: يسِّرُوا وَلآ تُعَسِّرُوا وَبَشِرُوا وَ لاَ تُنَفِّرُوا

Kâle Rasûlullah: Yessirû ve lâ tu`assirû ve beşşirû ve lâ tuneffirû.

Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin, nefret ettirmeyin. (Câmi`us-Sahih)

İnsanların yapamayacak kapasitede olduklarını gördüğünüz halde, neden her şeyi onlar için zorlaştırırsınız ve ısrarcı davranırsınız? Yapamıyorlar işte! Günümüz insanının çoğu, sizin ufak bir hatanıza bakarlar. Niye onları zorlarsınız? Bizler ma`sûm, kusursuz muyuz? Hayır, değiliz. Bunun için Efendimiz (sav) ne buyurmuşlar: Yessirû ve lâ tu`assirû, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!”

Meselâ, hacca gidiyorsunuz ve şeytan taşlama yerinde size, “Bu saatte şeytan taşlamak yasaktır, ancak öğleden sonra caizdir.” diyorlar. Lakin, âlimlerin verdiği bir fetvaya göre yapabilirsiniz; çünkü eğer o gün o saatte atmazsanız (örneğin öğle vaktinden önce ve tercih edilen de budur), ed-darûrât tubîh el-mahzûrât, “Zaruretler haramları mubah kılar.” Demek ki, (o saatte şeytan taşlamak) haramsa, zaruret halinde olduğunda yapabilirsin. Cenâb-ı Hakk, “Yasağı kaldırıyorum. (böyle bir durumda)” buyuruyor. Bu, İslam’ın bir kaidesidir ve onun için, “Yapma” diyemezsiniz! Bunca milyonlarca insan aynı anda şeytan taşlamaya gidecek olsa, izdiham sebebiyle ne kadar insan hayatını kaybeder? Dolayısıyla, “Yapsan da ertelesen de geçerlidir, kabul olunur.” diyorlar şimdi.

Binaenaleyh, “Ey Allah’ın Resûlu! İslam’ın ‘bunu yap, şunu yap’ gibi çok fazla hükümleri var ve bunların hepsini ben yapamam. Bana yapabileceğim kolay bir şey söyleyin.” diyen o adama, Efendimiz (sav), “Dilin daima Allah’ın zikriyle ıslak olsun!” diye buyurmuştu. Manası şudur: Allah’ı her daim hatırla ve dilin zikrullah ile meşgul olsun. Konuştuğunuz zaman, tükürüğunüz dilinize gelir ve ağzınız ıslanır. Efendimiz (sav)’in, “Diliniz ıslak olsun.” buyurması, “Gıybet etmekten sakının!” manasına gelir. Sakınıyor musunuz? O halde, gıybet edip günaha girmemek için dilinizi sürekli “Allah”, “Lâ ilâhe illallah” ya da hangi tesbihi isterseniz çekerek meşgul edin.

Ey Müslümanlar! Allah (cc) bizi bağışlasın ve bizden razı olsun.

http://www.sufilive.com/Oh_Allah_Do_Not_Leave_Me_to_Myself-4893.html

© Telif hakkı “Sufilive”a aittir. Bütün hakları saklıdır. Bu kopya, uluslararası Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tarafından korunmaktadır. Lütfen paylaşırken, “Sufilive”a atfediniz. Allah razı olsun.

UA-984942-2